14 Nisan 2016 Perşembe

Birazcık Yetenekli Futbolcularımız Olsaydı...

13.04.2016 akşamı saç baş yolduğumuz karşılaşmada, 6-0'lık maçtan daha fazla %100 gol pozisyonu içerisine girmemize rağmen hiç bir tanesini gole çeviremeyek 0-0 berabere kaldık. az bir şey gol atma becerisine sahip futbolcularımız olsaydı dünkü maçta en az 8 tane gol atmıştık. işte o pozisyonları sizler için derledim:

Dk.1 - Robin Van Persie, 1-0

Dk. 2 - Nani, 2-0

Volkan Şen, 3-0

Volkan Şen'in Nani'ye vaktinde pas vermemesi, 4-0

4'e 3 yakaladığımız gs savunmasında golü bulamamamız, 5-0

4'e 2 yakaladığımız gs savunmasında golü bulamamamız, 6-0

Volkan Şen'in Nani'ye topu çıkartıp Nani'yi boş kaleyle karşı karşıya bırakamaması, 7-0

Diego'nun boş kaleye topu yuvarlayamaması, 8-0


8 tane %100 gol pozisyonu... Fenerbahçeysen hepsini atman lazım. hadi yarısı kaçsın 4 tane at. onun da yarısı kaçsın, 2 tane at. anladık aşırı beceriksizsiniz, onun da yarısını kaçırın 1 tane atın. o da yok. sonuç: 0-0.

20 Ekim 2013 Pazar

Berbere Açık Mektup

Berberimi baska berberle aldatarak hayatima heyecan kattim. Bi sure yolumu uzatma pahasina dukkaninin onunden gecemem Ayhan Abi.

Biriyle goz gozeyken karsindaki bakislarini sacina cevirdginde anliyorsun ya, sacima bakar da icinden kufredersin diye korkuyorum. Aslinda sana kotuluk etmedim, sana koymaz. Baskasini tras eder yine yolunu bulursun. Kendimi aldattim, farkindayim Ayhan Abi. Belki geceleri beni dusuneceksin, "saclari uzamistir, bugun gelmese yarin gelir" diyeceksin tebessumle. Ama en az 1 ay gelemiycem. 1ay sonra geldigimde ise baskasina tras oldugumu anlayacaksin. Bu konuyu acamiycaz ikimizde, uzun uzun susucaz. Belki bakisamiycaz Ayhan abi.

Bir ihtimal gozlerin dolacak tras ederken. Favoriler nasil olsun derken sesin titriyecek. Bunu farkettigimde ben de gozyaslarimi tutamiycam. Ikimiz de agliycaz tras boyunca. Tras bittiginde ise "gel buraya essek sipasi" diyerek sarilacaksin bana uzun uzun, affedeceksin.

"Bir daha seni baska berberlerle aldatirsam iki olsun. Affet beni Ayhan Abi."

1 Mart 2013 Cuma

Omar Tatilde - Part I


                2 hafta önce planladığımız Bodrum tatiline 1 hafta kalmıştı. Yakın dostlarım Omar, Burçin (Erkek) ve Taha ile birlikte yıllardır yapamadığımız tatil sanırım bu yıl gerçekleşecekti ve bu beni çok heyecanlandırıyordu.

Detayları konuşmak için bir araya geldik. Detaylar üzerinde tek tek ilerlerken Taha, İhlas Kuzuluk Kaplıcaları’nda evlerinin olduğunu ve Bodrum yerine oraya da gidebileceğimizi söyledi. Haftalardır bu cümleyi beklemişcesine Omar atladı: “Abi evet ya, hem müspet ortam. Daha az günaha girer daha çok eğleniriz.”.  Asıl niyetinin daha az günaha girmek değil de daha az para harcamak olduğunu anlamıştım. Bodrum konusunda ısrar ettim fakat Omar ve Taha Kuzuluk’ta diretti. Burçin de her zamanki gibi “ben size taabiiyim, çoğunluğa uyarım.” Dedi. Bu da demekti ki, gideceğimiz yer İhlas Kuzuluk Kaplıcalarıydı. Üzülsem de tek tesellim, kankalarımla bi hafta aynı evde vakit geçirecek olmaktı.

Beklenen gün gelip çatmıştı.

Otogara ilk ben gelmiştim ve bekliyordum. Omar’ın üzerinde tipik Türk hacı kıyafetleri vardı. Bej rengi gömlek ve pantolon, göğsünde Türk bayrağı, bayrağın hemen altına beyaz kumaş üzerine kırmızı iplikle dikilmiş “Mehmet Bongo - Elazığ” yazısı, kafasında beyaz takkesi, boynuna çapraz şekilde takılmış diyanet hacı çantası ve sürükleyerek getirdiği tekerlekli bavuluyla, gördüğü herkese selam vererek otobüse doğru ilerliyordu. “Abi bu ne hal?” dedim. “Babamın hacı kıyafetlerini aldım, bana çok yakışıyo ehe ehe” diyerek kapıya yöneldi ve herkesin duyabileceği şekilde “bisssssssss…….” Diyerek içeri girdi. Burçin ve Taha da geldikten sonra biz de otobüse bindik.



Omar kıyafetleriyle otobüsün %80’ini oluşturan hacıların gözüne girmeyi başarmıştı. Yolculuğun başlamasından kısa süre sonra yolcuların getirdiği yolluklar Omar’a yağmaya başladı. Omar, uzatılan kekleri börekleri gayet mütevazı ve müteşekkir bi şekilde kabul ediyor, sonra bana dönerek “enayilere bak lan. Kıymalıymış. Enayi malı da baldan tatlı şerefsizim. Ehe ehe” Diye fısıldayıp yemeye koyuluyordu.

Yemeği bittikten sonra şöförün olduğu tarafa doğru fırladı. Şöförün kulağına bişeyler fısıldayıp  mikrofonu kaptı. Pat pat diye mikrofona bir iki defa vurduktan sonra euzü besmele çekti ve amin diye bağırdı. Bi anda bütün yolcular ellerini açtı. Yemek duası olduğunu iddia ettiği bişeyler okumaya başladı. Hacılardan biri itiraz etmek için “bu yemek duası değil” demeye kalmadan, omar sesini daha da yükselterek devam etti ve hacının sesini bastırdı. Sözde dua biter bitmez bir eliyle kulağını kapatarak “Mekkeeee’niiiin yolllaaaaa-rıııı” şeklinde bir ilahiye başladı. İlahinin “Allah” diye haykırılıcak olan kısmında bir tribün lideri edasıyla mikrofonu yolculara doğru uzatıp “hep beraber” diyor ve elini kulağının ardına götürüyordu.


İlahilerin biri bitiyor diğeri başlıyordu. Hatta bazılarını beatbox’larıyla süslüyordu. Hafif sırıtarak “ne yapıyor bu” ifadesiyle elimi açıp Taha ve Burçin’e doğru döndüm fakat onlar da tüm yolcular gibi coşkuya kapılmış, kafalarını sallayıp ön koltuklarındaki tepsileri açmış ritim tutuyorlardı. Tam “Şol Ceeeen neeetiiin  ırmaaaaak laarıııı” dediği anda arkamdan bir teyze dürttü. “yavrıım, şu suyu hoca efendiye götür, boğazı kurumuştur, sevap olur.” Dedi ve elime bir pet şişe tutuşturdu. Anlaşılıyordu ki koca otobüste Omar’ın gerçek yüzünü bir tek ben biliyordum.

Otobüs Kuzuluk sınırlarına geldiğinde Omar ilahiyi bitirip “evet mübarekler.. yolculuğumuz burada sona eriyor. Yanlış anlamazsanız bi ricada bulunucam. Arkada yanımdaki koltukta oturan Misbah kardeşimiz hasta. Yardım ve dualarınızı eksik etmeyin inşaallah. ölmüşlerimizin ruhu içün, ümmetin sıhhat ve selameti içün, hak rızası içün el-faaaaaaaaaaaaatihah.”  Dedi ve mikrofonu bırakıp takkesini eline aldı. Koltukları tek tek dolaşarak “az çok demiyelim.” , “yardım edelim müslümanlar.” Gibi sözlerle insanlardan para topladı. Burçin ve Taha bile para atmıştı...

- Part I sonu. Devamı yakında. -

Misbah Suphi - Omar Bongo ortak yazısıdır.


30 Ekim 2012 Salı

Yalnız Adam


Can dostum Omar sonunda okulu bitirmiş, İstanbul’a yerleşmişti. Benimse okulum devam ediyor, kardeşimle daha sık görüşmenin heyecanını en derinde hissediyordum.

Okulumun açılmasına 1-2 hafta zaman vardı. Bu süreyi olabildiğince Omar’la vakit geçirerek, kardeşimle muhabbet edip gülüşerek geçirmeye özen gösterdim. Gel zaman git zaman okulum başlamış, Omar’la görüşme sıklığımız ise “haftada 1 veya daha az”a indirgenmişti. O görüşmelerimizde de Omar kendisine az zaman ayırdığımı bana hissettiriyordu. Yerine göre “geçen gün yine evde tek başıma oturuyorum, sıkıntıdan patlamışım…”la başlayan cümleler, yerine göre ise “kardeşim hafta içi seni arayacaktım ama okuldasındır, işin gücün vardır diye aramadım.”lar, “sizin oralardaydım ama arkadaşlarınla ortamını bozmak istemedim.”ler gırla gidiyordu. Bu ifadeler beni üzüyor, acıyan gözlerle kendisine bakmak ise insanlığımdan utandırıyordu.

Genelde Omar’la geçirdiğimiz buluşmalarımızda gelen telefon aramalarımı ilgiyle takip eder, sanki arkadaşlarımı tanıyormuşçasına “Arif mi? Gökhan mı?” diye sorar, onlara selam göndermeyi eksik etmez, ben telefondaki arkadaşımla şakalaşıp güldükçe Omar da karşımda gülmekten katılır, alttan alttan “ben de sizin ortamdanım” mesajını çok güzel yerleştirmeyi başarırdı. Normalde yabancı insanlara karşı soğuk olan Omar’ın okul arkadaşlarımla uyum sağlayabileceği fikri kafamda yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Böylece ne o yalnızlıktan sıkılacaktı ne de ben onu ihmal ettiğim için üzülecektim.

Bu düşünceler ışığında bir gün Omar’a ertesi gün için benimle okula gelmesi teklifinde bulundum. O an pek umursamayıp, “bilmem ki abi ya” gibi cevaplar veren Omar’ı belki ikna edebileceğimi düşünerek ayrıldık. Eve gidip twitter’a girdiğimde gördüğüm manzara beni son derece şaşırtan cinstendi. Omar’ın dostluk ve kardeşliğin önemine dair twitleri, bu zamanda gerçek dostun çok az bulunduğu konusundaki tespitleri, ertesi gün yeni insanlar tanıyacağı zaman heyecandan uyuyamadığı ve bugünün o günlerden biri olduğu konusundaki twitleri gözüme çarpıyordu. Sabah ola hayrola dedim, uyudum...

Ani bir sesle irkildim. Telefonumun alarmı çalıyor zannederek telefona yöneldiğimde Omar’ın aradığını gördüm. Saat henüz 06:48’i gösteriyordu. Başına bişey gelmiş olmasın sakın diyerek telefonu açtığımda bana kapının önünde hazır olduğunu, Arif’in bekletilmeyi hiç sevmediğini ve bir an önce hazırlanıp insem iyi edeceğimi söyledi. Kalkıp camdan baktığımda takım elbisesiyle bana el salladığını gördüm. Alarmımdan önce beni araması, hatta iş görüşmesi ciddiyetinde hazırlanıp evimin önüne kadar gelmesi gerçekten korkutucuydu.

Omar’la birlikte okuluma geldik. Çardağa doğru ilerlerken Omar benden 5 TL borç istedi, “çay çorba içerim sen dersteyken, üstümde bozuk yok” dedi. 5 TL gibi ufak meblağların lafı bile olmayacağını söyleyerek dostuma uzattım. Çardağa geldik, bizimkiler oradaydı. Kısa süreli bir tanıştırma faslından sonra oturduk, muhabbet etmeye başladık. Omar pek konuşmuyor, espri yapıldıkça hafif ve ürkek tebessümler ediyordu. Arada bana dönerek kısık sesle şakalar yapıyor, yalnız ben duyduğumdan gülüp tekrar ortaya konuşmaya başlıyordum. Derken, girmek zorunda olduğum dersimin saati gelmişti. Omar’ı bırakıp gitmek hiç içime sinmiyordu, ben yokken çok sıkılacaktı. Ama mecburen derse çıktım.

Ders başlayalı 15 dakika olmamıştı ki, çardaktan gülüşme sesleri sınıfa kadar gelmeye başladı. Omar hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyordu. Konuşmasını tam anlamıyor, yalnızca içinde “misbah” geçen kısımları kavrayabiliyordum.

Nihayet ders bitmişti. Kafamdaki soru işaretleri eşliğinde çardağa indim. Gördüğüm manzarayla beynimden vurulmuşa döndüm. Omar’ın kolu Arif’in omzundaydı. Gökhan’a dönerek “ver bakalım bi parlak Ahmet” dedi ve parliament pakedini işaret edip ağzını açtı. Bunu bir emir telakki eden Gökhan çevik bir hareketle sigarayı alıp Omar’ın ağzına koydu ve yaktı. Omar’ın, ortamıma kolay adapte olduğunu görmek beni sevindirmişti.

Muhabbet iyiydi, masaya geldiğimi kimse fark etmedi. Omar anlattıkça Arif coşuyor, Seda katıldıkça Ceren kopuyordu. Gülümseyerek “çay içer miyiz?” dedim ama o sırada dikkatlerin, benle aynı anda söze girerek başka bir hikaye anlatmaya başlayan Omar’ın üzerinde olması sebebiyle kimse bana cevap vermedi. Tekrarladım, ama bu sefer de Omar’ın kısa hikayesi yine kurnaz bir espriyle bittiğinden tüm masa kahkaha atıyordu. Omar bana bakıp çaktırmadan kaş-göz işaretleriyle “yok, istemem” diyip gülmeye ve güldürmeye devam etti.

İçerden çayımı alıp iskemle çektim ve masaya oturdum. Oturmamla birlikte Omar, “Al işte yeaa kendine Müslüman.” Diye bir çıkış yaptı ve anında masadakilerden destek gördü. Bir anda masada soğuk rüzgârlar esti. Bu, Omar’a yetmemiş olacak ki “paraysa para abi, al!” diyip gömleğimin cebine 5 lira sokuşturdu. Ortamın gerginliği daha da artmasın diyerek kalkıp çay servisi yaptım.

Dağılma vakti geldiğinde vedalaşırken kızların Omar’a “hadi canım yarın görüşürüz”, “geç kalma sakın bekletme bizi” türü cümleler kurmaları dikkatimden kaçmadı. Sanırım ben lavaboya gittiğim esnada konuşulmuş, yarına bir buluşma ayarlamışlardı. O sırada konusunu açmadım çünkü “Omar arabada bana söyler nasıl olsa.” diye düşündüm.

Dönüş yolunda Omar hiç konuşmadı. Yüzünde pis bir gülümseme vardı, sürekli bişeyler düşünüyor gibiydi. Evine gitmek için metroya bineceği istasyona gelmemize rağmen hâlâ yarınki organizasyondan bahsetmediği için “evine bırakayım seni.” dedim. Tereddütsüz kabul etti. Belki söyler umuduyla yolu uzatıp ara sokaklardan da gitsem, evine geldiğimizde yine de bana yarınki programdan bahsetmedi.

Akşam Furkan’ı arayarak yarınki organizasyonun detaylarını öğrendim.

Ertesi gün buluşma yeri olan Bebek Starbucks’a gittim. Mekana girip oturdukları masaya yöneldim. Kendisiyle birlikte bütün masayı kahkahaya boğan Omar’ın yüzü beni görünce bi anda değişti. “Aa Misbah, sana söylemeyi unuttum lan dün. Kimden öğrendin?” dedi. “Furkan söyledi.” Dedim. O anda Omar, Furkan’la göz göze geldi ve Furkan kafasını önüne eğdi. Omar telefonunu eline alarak hızlıca bişeyler yazıp aleti masaya savurdu. Furkan’ın telefonundan ses geldi ve bu sefer Furkan telefonunu eline aldı. Usulca telefonunu yere bıraktı, titrek bir sesle “ben bi lavaboya gideyim” dedi. Geri döndüğünde gözleri ve yüzü kızarmış, serinlemek için yüzünü yıkadığından suratı ıslaktı. Tekrar Omar’la göz göze geldiler ve Omar, misafirlikte yaramazlık yapan çocuğuna “eve gidince görüşücez seninle.” İşareti yapan anne edasıyla başını salladı. O gün Furkan için zehir olmuştu. Bir iki saat sessizce oturduktan sonra “ben artık kalkayım” dedi. Masadakiler hep bir ağızdan “aa nereye? daha erken, otursana oğlum” demeye başladık ama Omar, “işi vardır abi bırakın çocuğu.” dedikten sonra ben hariç herkes sustu ve Furkan yine sesi titreyerek “evet abi işim var” deyip mekanı hızlı adımlarla terk etti. İşte o an anladım ki; Omar, sevgi ve korkunun mükemmel bir karışımıyla bizimkilerin üzerinde güçlü bir otorite sahibi olmuştu. Kâh yüzde sıcak bir tebessüm bırakan anılarıyla, kâh günlük hayata dair zekâ kokan müthiş tespitleriyle, gerekse tüm masayı yerlere yatıran esprileriyle grubun olmazsa olmazı haline gelmeyi ustaca başarmıştı. Ama bana en çok dokunan ise dün olduğu gibi bugün de zaman zaman benim üzerimden prim yapmasıydı.
Gel zaman git zaman, durum içler acısı bir hal aldı … Artık gün geçmiyordu ki okulda herhangi alakasız bir insandan “bir gün altıma ettiğim”, “bir yerde sümüğümün aktığı” yeni bir hikaye duymayayım. Hatta lisede Omar’ın başına gelen tüm komik olayların benim başıma gelmiş şekliyle çardağa yayılması da cabasıydı. Bir keresinde de lisedeki Recep isimli arkadaşın başından geçen olayın ana karakterinin ben olduğum versiyonunu dinledim. Tüm bunları umursamamaya çalışsam da içten içe alınıyordum. Bikaç defa “yok abi o olay öyle değil yaa, dur anlatayım” demeye yeltendiysem de, “adam yalan mı söylüyo abi, ayıp ediyorsun” diyerek yanımdan ayrılmışlardı. Yine suçlu ben olmuştum.

Omar’ın arkadaşlarım üzerindeki etkisinin benim açımdan rahatsız edici boyutlara gelmesi çok kısa sürdü. Artık arkadaşlarla yapılacak organizasyonların neredeyse tümünü Omar ayarlıyor, katılacak kişilerin listesini o belirliyordu. Okuldayken ve dışarıdaki buluşmalarımızda beni sürekli eziyor; ben konuşurken aynı anda lafa giriyor ve dikkatleri üzerine çekiyor, beni konuşturtmuyordu. Baş başa olduğumuzda ise “Misbah arada takılıyorum kızmıyorsun değil mi”, “Sen benim kardeşimsin bak, samimiyetimden yapıyorum kızıyosan küseceksen yapmıyim oğlum bir daha.” türü laflarla olayları örtbas ediyordu.

Kızların da olduğu buluşmaların tümünde hesabı kendisinden başka kimsenin ödemesine asla müsaade etmez, erkek erkeğe olduğumuz buluşmalarda ise tutarı ya bize kitler, ya da payına düşen meblağı öderdi. Bu durum sanırım benden başka kimsenin dikkatini çekmiyordu.

Halı saha maçları ayarlıyor, kadroları ayarlarken türlü hinliklerle -benim çok net görebildiğim bir şekilde- bi kadroyu mutlak galip ilan ediyor ve beni de şanssız takıma yazıyordu. Yaklaşık 8-10 maç yaptık, kadrolar her maç değişti. Herkesin bulunduğu takım en az iki-üç galibiyet almasına rağmen benim olduğum taraf hep güçsüzlerin takımı olduğu için galibiyet yüzü göremeyen tek oyuncu bendim. Soyunma odasında “misbah niye senin olduğun takım hep yeniliyo laan” gibisinden laflar etmeye başlamasıyla, çardakta “ben misbah’la aynı takımda oynamam” seslerinin kulağıma gelmesi bir oldu. Ondan sonra bir müddet maçlara çağrılmadım. Arada “abi adam eksik, gelir misin?”, “kardeş kaleci olur musun?” gibi mesajlar geliyordu…

Yaklaşık 2-3 ay gibi bi sürede Omar Bongo, arkadaşlarım üzerinde mutlak egemenliğini kurmuş ve beni saf dışı bırakmıştı. Artık buluşmalara çağrılmıyor, çardağa girdiğimde yüzüme bakılmıyordu. Omar okula geldikçe ise kral gibi karşılanıyor, çayı sigarası eksik edilmiyordu.

Sonra Omar Bongo’nun bizim okulda akademisyen olduğu haberini aldım. Derslerime girmeye başladı. Yalnızca bir arkadaş olarak değil, hoca olarak da çok sevildi. Derslerinde en ufak çıt çıkmaz, tüm sınıf dikkatle kendisini dinlerdi. Arada sorularıyla sınıfı yoklar, kolay soruları kızlara sorup sözlü notlarından 100 verir, beni kaldırıp zor soruyu döşerdi. Başkaları soru bilemediği zamanlar bir başka soru daha sorar, muhakkak bir soruyu cevaplayabilene kadar giderken ben bilemediğimde tüm sınıf önünde azarı yerdim. “Oğlum hiç mi basmıyo ya kafan” , “Ailenin senden başka bi beklentisi yok, tek beklentileri derslerini çalışman, okuyup adam olman, onu bile yapmıyorsun.” gibi cümlelerle yerin dibine geçirirdi. Birisi üzerinden espri yapılacak, biri rezil edilip tüm sınıf güldürülecekse o kişi mutlak suretle bendim. Herkese ismiyle hitap eder, bana sesleneceği zaman ismimi bilmiyormuşçasına “hoop, hişt, gözlüklünün yanındaki mavi kazaklı” derdi. Yanımdaki arkadaşımla konuştuğum iddiasıyla beni oturduğum yerden kaldırıp en arkaya atar, bazen hızını alamayıp sınıftan da kovardı. “böyle konuşacaksan gelme dersime, söz seni yok yazmıycam.” demişti bir defasında. O dönem 2 dersime giriyordu, ikisinden de geçemeyen tek kişi ben oldum. “Babanı çağır konuşucam.” dedi. Benden sonra en düşük not CC idi. İkinci dönem de bir dersime geldi. Ondan da kaldım. Zamanla “yalnız, pısırık ve kafası çalışmayan adam” olmuştum. Bizzat kadim dostum Omar Bongo’nun eseriydi bu.

Aradan zaman geçti, 1 sene içinde hiç arkadaşım kalmadı. Ortaokuldan arkadaşım Veysel’le ara sıra hal hatır sormak, belki iki üç ayda bir buluşup çay içmek dışında sosyal aktivitem kalmamıştı. Uzun bir süre bu şekilde gitti. Yalnızlığı tüm hücrelerimle hissediyordum. Sonra Veysel’le görüşme sıklığını arttırıp, birbirimize “kardeşim” diye hitap etmeye başladık. Bir gün bana “Yarın benle okula gelir misin?” dedi. “Bilmem ki abi yaa…” dedim.


Omar Bongo & Misbah Suphi ortak yazısıdır.

30 Ocak 2012 Pazartesi

"Uyandım"la Bitmeyen Bir Hikaye - 4


   part 4:   tüm çıplaklığıyla ethem savaş gerçeği


Geçmiş Bölüm Özetleri: 


Tabiri caizse, necmi şimşek’i soru bombardımanına tuttum; ve her şeyi bir bir öğrendim. Ethem Savaş, Bedrettin Bey, Necmi Şimşek üçgenindeki tüm çok ilginç ilişkileri günyüzüne çıkarttım. Kısaca özetlemek gerekirse olaylar tee en başından bu yana, şu şekilde cereyan etmiş:

Bedrettin bey, “benim oğlan bir bok olmaz.” diye düşünüyor üzülüyormuş. hep onun bir bilim adamı, olmadı en azından üniversitede bir öğretim üyesi olmasını istemiş. bunun tek yolu ise yüksek yerlerde adamı olmasıymış. bedrettin bey de işini sağlama alabilmek için bir robot hazırlamak, ona yüklediği yazılımlarla onu üstün bilgilerle donatmak, daha sonra bu robotu yüksek yerlere getirmek gibi planlar yapmış. buradaki maksadı, bu robota haylaz oğlu necmi’nin elinden tutmasını emretmekmiş. malum hayat kısa, kendi ömrüne güvenemiyor insan. bedrettin bey, “yarın bana ne olacağı belli değil, iyisi mi bir robot üreteyim. ömrünü 100 yıl kodlarım, bana koymaz. 2 satır kod yazıcam.” demiş. hal böyle olunca ethem savaş robotunu 23 yaşında ve bilgi deposu bir üniversite mezunu olarak ortaya çıkartmış. araştırırsanız görürsünüz, hiç bir lisenin kayıtlarında ethem savaş’ın kimlik bilgilerine rastlayamazsınız, hiç bir ilkokulda olduğu gibi.. çünkü ethem savaş bir üniversite mezunu olarak hayata geldi. annesi, babası yok. coder'ı var. yazılımcısı var: bedrettin bey. bedrettin bey'in kardeşi, bülent bey ise nüfus işleri memuru… ethem savaş’ı bir güzel nüfusa geçiren kişi yani. kimliğine bakacak olursanız anne adı ve baba adı haneleri pek de güzel sallamasyon olarak doldurulmuştur bülent bey sayesinde. neyse efendim, bunlar işin teknik kısımları. her bir detay çok güzel düşünülmüş, mükemmel bir şekilde halledilmiştir. ethem savaş’ı tanıyan herkes onun gerçek bir ana babadan doğup sokaklarda top oynayarak çocukluğunu geçirmiş, mahalle mektebinde ilköğretimini tamamlamış, atarlı ve bol sivilceli bir ergenlik dönemi geçirmiş, her parlak öğrenci gibi liseyi 5.00 ortalamayla bitirip üniversiteye girmiş bir adam olduğunu sanar. bu çok doğal. kimsenin aklına gelmez ki ethem savaş'ın 23 yaşında doğmuş bir robot olduğu... kim düşünecek?!

neyse efendim, bedrettin bey'in planı saat gibi işlemiş, işlemiş.. ethem savaş önce bir üniversitede öğretim üyesi olmuş. bedrettin bey’in ara sıra yaptığı güncellemelerle robotun beyin kıvrımları gittikçe kıvırcıklaşmış. ayrıca bedrettin bey, "dur lan çok da belli olmasın" diye kendini frenlemese, ethem savaş şu an dünyanın 1 numaralı matematikçisi olacaktı. belki dünyanın 1 numarası değil şu anda ama, bedrettin bey'in amacını gerçekleştirecek şekilde akademik kariyeri parıltılarla dolmaya devam etmiş. derken bizim haylaz necmi, üniversiteyi de bitirmiş. an itibariyle ethem savaş, üsküdar ticaret üniversitesi fen edebiyat fakültesi dekanı. bir telefonla "ethemciğim, bizim necmiyi yanına aldırıver canım. hadi öpüyorum. kib." diyince bedrettin bey, akan sular durmuş. hoop, necmi şimşek de bizim okulda hoca...



derken, bizim robot ethem kontrolden çıkmış. bedrettin bey de çareyi, okuldan 3-5 çocuğu da ekibe katıp daha kontrollü gitmekte bulmuş. bu 3-5 çocuğun kimler olduğundan bahsetmek istemiyorum, onlar kendilerini biliyorlar. ethem savaş'ın son zamanlarda kızlara sarkıyor olması, tıpkı bizi eve çağırması gibi, tamamen yazılımsal bir hata. bedrettin bey şu sıralar bunu çözmeye çalışıyor...

haa bu arada, aklıma gelmişken... "madem bu kadar mükemmel bir robot yaptınız, neden "S" harflerini söyliyemiyor?" diye necmi şimşek'e sordum. tebessüm etti ve "babam dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den kazık yemiş, ve böyle bir tepki koymak istemiş." dedi. Hep birlikte bayağı bir şaşırdık bu duruma. Artık “keşişim” daha manidardı benim için. Daha tepkisel, daha protest…

Ethem Savaş… dekanımız… robotmuş lan. Sırf necmi şimşek için tasarlanmış, kodlanmış. Serhat çayları getirdi. İçtik. İçerken bir ağırlık çöktü üzerime. “Şunun g.tünü de kapayın artık, yeter. Anladık her şeyi. daha fazla görmemize gerek yok herhalde.” Dedim. Oytun vidaları sıkarken Arif de pantolonunu hazırladı. Pantolonun cebinden çıkan kağıtta “- hazırlıktaki matematikçiler arasındaki güzel olduğunu düşündüğüm kızlar: ….” Şeklinde bir liste vardı. Tebessüm ettik. Gökhan kağıdı alıp cebine koydu. Oturduğum koltuğa uzandım. Tam uyuyordum ki, “Geçmişini bilemem ama geleceğin parlak!” sesiyle irkildim.

*** “Uyandım”la Bitmeyen Bir Hikaye’nin sonu. ***

5 Aralık 2011 Pazartesi

Feysbuk kullanıcılarının genel itibarla koyun olması


- bir arkadaş tarafından 6 Aralık 2010 Pazartesi, 03:11 tarihinde kaleme alınmıştır. - 

Evet sevgili okurlarım, son zamanlarda dikkatimi en çok çeken hususlardan birisi...


Sabah uyanıyorum. yeni güne başlamanın ve az sonra okula gidecek olmanın tatlı telaşı var üzerimde. yine derslere gireceğim, yine ilim öğreneceğim diye mutluyum. öğretmenlerim ne kadar da iyiler, beni eğitmeye çalışıyorlar. üstelik hiç bir karşılık beklemeden... arkadaşlarım ne kadar sevecen ve dostperver. ben ise onlara müteşekkirim. bunları düşünerek kalkıyorum yataktan. kahvaltı ve tuvalet gibi her gün yapmak zorunda olduğum eylemleri güleryüzle tamamlıyor ve etrafa neşe saçıyorum. derken, feysbuka giriyorum ve bu sefer kızların garip iletileriyle karşılaşıyorum. "siyah"lar, "kırmızı"lar gırla gidiyor. "dantelli"ye takılıyor gözüm... ve bu, önünü alamayacak kadar fazlalaşıyor. haddinden fazla renkli bir profile sahip oluyorum. daha sonra öğreniyorum ki, tüm kızlara bir direktif gelmiş. ve büyük bir çoğunluğu buna itaat etmiş. üstüne gülüşmüşler, kendilerini çok gizli bir görevin parçası gibi hissediyorlar.

 ***

Yine başka bir gün ve yine yüzümde o hayata karşı takındığım hafif tebessümüm. şükretmeyi bilen bir looser edasıyla eve dönüyorum. kuşlar ötüyor, ne de güzel ötüyor. "sallanan ağacın yaprakları mı rüzgarı oluşturuyor, yoksa rüzgardan dolayı mı sallanıyor dallar" diye düşünüp tekrar sırıtıyorum. sanırım biraz yavşak bir tipim, kabul ediyorum ve yine gülüyorum. ama kahkaha değil, "olsun" diyen bir hasta nasıl gülümserse ben de öyle gülüyorum. hayat binamın vazgeçilmez bir tuğlası, hayat çatımın vazgeçilmez bir kiremidi, hayat tostumun vazgeçilmez sucuğu, hayat suyumun vazgeçilmez hidrojeni olmayı başarmış olan feysbuğa girdim. yine bir takım çok önemli işler çevirdiğini sanan insanlar "odamda", "masamda"sıyla nasıl da göz dolduruyorlardı. yine yüzlerce insan bir çobanın izinden gidiyor, film farklı ama roller aynı oluyordu. ve hayatımız aynı sıradanlığında, yüzümdeki gülümseme aynı gülümsemeydi. ben yine Misbah'dım ve hâla uyurken ağzımdan salya akıtıyor, yere düşmüş kalemi ayak parmaklarımla alıyordum. Zeynep Kanbaş iletisine "sandalyemin üstünde" yazmadan önce suyu kaç yudumda içiyorsam, yine o kadar yudumda bitiriyordum. hayatımda tek değişen şey duvarda asılı olan takvim yaprağının üzerindeki sayı, ve o yaprağın arkasındaki "bugün doğan çocuklar için isimler, kız: Necmiye, erkek:Necmi" bölümüydü. zaten orda da hep erkek isminin sonuna -ye ekleyip kız ismi yapıyorlar, kimse dikkatimden kaçtığını sanmasın. yıllardır durumun farkındayım ve susuyorum, gülümsüyorum. neyse okurlarım, konu dağılmasın. bu konu gerekirse başka bir başlıkta incelenir, şimdilik tekrar konumuza dönelim.


Bugün feysbuktayım. ve herkes profil resmine çizgi film karakteri resmi koyuyor. anlaşılan emir yine gizli servisten. ve kendini çok önemli bir misyonun kilit noktasında hisseden her duyarlı feysbuk kullanıcısı, üzerine düşeni hakkıyla yerine getiriyor. ben gülümsüyorum. ve eminim her bir kişi profil resmini pikaçu yaptıkça bir tecavüzcü "napıyorum lan ben???" diyecek. küçük civciv tweety her bir profili süslediğinde, bir çocuk istismarcısı daha dumura uğrayacak. 




Böyle düşünerek profil resmime en sevdiğim çizgi film karakteri olan tom ve jerry'deki tom'un sahibinin resmini koydum. ev arkadaşım burak yanıma geldi ve ne yaptığımı sordu. olayı özetleyerek onu da bilinçlendirdim ve onun da bunu yapmasını istediğimi söyledim. "çocuk istismarcılarına dur diyoruz, onlar da bu resimlerle akıllanacaklar" dedim. "yani şimdi profil resmimize çizgi film karakteri resmi koyuyoruz, ve böylece çocuk istismarcılarına darbe vuruyoruz, öyle mi?" dedi. "aynen öyle burak'cım" dedim gülümseyerek. kulağıma eğildi ve, "sakın istismarcılar"tiviti de iyiymiş.","miki mausun da gideri varmış, tam 11-12 yaşındakiler gibi" demesinler? tıpkı çamaşır renklerinin yazılmasıyla bazı erkeklerin hayal dünyaları renklendiği gibi... " diye fısıldadı. gülümsedim.



- bir arkadaş tarafından 6 Aralık 2010 Pazartesi, 03:11 tarihinde kaleme alınmıştır. - 

24 Kasım 2011 Perşembe

"Uyandım"la Bitmeyen Bir Hikaye - 3


   part 3:   sır perdesinin arasından uzatılan kafa


Geçmiş Bölüm Özetleri: 


Ethem Savaş ve Necmi Şimşek ile yaptığımız kısa süreli hasbihâl, Serhat Demirbaş'ın odaya elinde tepsiyle girmesiyle duraksadı. Peşinden Oytun Türk eve getirdiğimiz ucuz baklavaları servis etti. Çay içip baklava yerken odayı gözlerimle iyice taradım. Bi takım gariplikler gözüme çarpıyordu. Mesela balkon kapısının yanında bir koli büyük pil vardı. Yıllar öncesinden kalma bir ibm bilgisayar açık vaziyetteydi. Siyah ekranında sürekli beyaz yazılar kayıyor, ara sıra bip sesi geliyordu. Ibm bilgisayarın bu pillerle çalıştığını tabii ki düşünmüyordum.

"Oytuncum, maaşallah ortamınız şenmiş. Bak hocalarımız falan var. Piller var. Napıyosunuz burda? bir gün nasıl geçiyor eheh.." şeklinde ufaktan bir "dökülsenize oğlum neler dönüyo!?" mesajı verdim. "noolsun yaa senden naber?" cevabı ise duymak istediğim en son cevaptı, ama duydum. Baktım hocaların yanında olmıyacak, "serhat kardeş bana lavaboyu gösterebilir misin" dedim. "tabii kardeş" dedi. birlikte kalktık. Arif, "ben de geleyim" dedi. Gökhan "ben de bi su içeyim yaa baklava içimi yaktı. mutfak nerde oytun?" dedi. Oytun "göstereyim abi gel" diyince, topluca bir odayı terkediş, mini bir toplantı yaşandı.

Beklenen çıkış Arif'ten geldi tuvaletin önünde. "Beyler, anlatıyor musunuz olayı?" Oytun ise lütfen sakin olmamızı, bizim burada ne işimiz var anlamadığını, evi nasıl bulabildiğimize ise hayatta inanamadığını, evet bir takım olayların döndüğünü ve bunları aslında bize anlatmalarının mümkün olmadığını, ama madem eve kadar gelmişiz artık saklamanın yersiz olduğunu ve biraz daha oturduktan sonra herşeyi bize göstereceğini bir bir söyledi. Bu sırada Necmi hoca yanımıza gelince, Gökhan uyarı niteliğinde öksürdü. Serhat, "bizden bizden, rahat olun" dedi. Fakat Necmi hocanın "bizden" olması ne demek oluyordu? "Şimdi gelin içeri geçelim teker teker" dedi, galiba birazdan şov başlıyordu...

Yaklaşık bir on beş dakika kadar daha içeride muhabbet ettik. Ethem hoca "ben de bir ufak su dökeyim" diyip kalktığı anda, Oytun yerinden fırlayıp arkasına geçti. Tam Ethem Savaş odadan çıkacakken, eliyle kalçasına narince bastırarak "Ethem Savaş shut down!" diye bağırdı. Ethem Bey bayılır gibi Oytun'un kollarına yığıldı. Oytun da sürükleyerek getirdi ve odanın ortasında yere serdi dekanı. Şaşkın gözlerle izliyorduk. Oytun dekanın g.tünü elledi, dekan yerde, necmi "oynayın" dercesine sessiz...

"Artık öğrenmenizin vakti geldi," dedi Oytun ve ekledi, "İnanmıycaksınız ama, Ethem Savaş, yani mezun olduğunuz okulun hali hazırdaki dekanı, insan değil."

- İnsan olmadığı belliydi, dedi Arif.

"Bir robot."

Gökhan Yıldırır, "Ethem Savaş'ın aslında insan olmadığını ve bir robot olduğunu mu söylüyorsun sen şimdi?" dedi. Oytun tebessümle karşılık verdi. Yerde yatmakta olan dekanın kemerini çözmeye başladı. Sonra düğmeyi ve fermuarı açtı. Hocayı yerde döndürüp ters çevirdi. Kumaş pantolonu üstten tutup indirmeye başladı. "Aman Oytun, yapma" dedim titrek sesle. bana baktı ve güldü. "inanmıyorsunuz di mi robot olduğuna?" dedi. Pantolonun altında don yoktu ve g.t kılsızdı. "Tornavidayı getir Serhaat, yıldız olsun." diye seslendi Oytun. Arif, "ben sokabilir miyim?" dedi. Oytun bir kahkaha attı ve "ne sokması abi, yanlış anladınız" dedi. Serhat tornavidayı getirince, Oytun hocanın g.tün sol lobunun 4 yerindeki vidaları söktü. Kapak açıldı...

Ethem Savaş, 6 büyük pille çalışan bir robotmuş.



"Fakat bir sorum olacak Oytun.. Ethem Savaş, kim tarafından ve hangi amaçla hazırlanmış bir robot?" dedim.
"Anlatayım mı patron?" diye Necmi Şimşek'e sordu Oytun. Patron, oturduğu yerden kafa salladı yavaşça.

Nasıl bir hiyerarşidir anlamak mümkün değildi gerçekten. Dekan aslında robot. Öğretim üyesi öğrencinin patronu. Matematiksel ifadeyle "Necmi Şimşek > Oytun Türk > Ethem Savaş" gibi zamazingosal zımbırtılar falan vardı. 

+Bedrettin Bey. Ethem Savaş'ın üreticisi, yazılımcısı ve imtiyaz sahibi Bedrettin Bey.
- Bedrettin Bey?
+Evet, Bedrettin Bey.
- Bedrettin Bey kim abi?
+Bedrettin Şimşek.

Necmi Şimşek'e döndüm merakla. "Bizim peder" dedi. Galiba "Ethem Bey benim babamım malı" demek istiyordu. Kim bilir, belki de doğru söylüyordu.

"Hani Necmi Hocaların odasında sakallı, nur yüzlü bir amca oluyor ya bazen. Bedrettin Bey kendisi." dedi Oytun. 

Sanırım bu adam Koray'ın "kanaat önderi gibi." yakıştırmasını yaptığı herif. Hakikaten de nur yüzlü, mübarek bir duruşu vardı. Etliye sütlüye karışmayan, odaya girdiğimizde "ben de 3 dakika önce zikir çekiyordum, hoşgeldiniz çocuklar" dercesine yüzümüze tebessümle bakan amca.. Adam dekanın sahibi çıktı, iyi mi?


********

Kahramanlarımız Misbah Suphi, Arif Alamaz ve Gökhan Yıldırır, sır perdesini aralamayı başardılar. Öğrendikleri durum onları gerçekten çok şaşırtmıştı. Ayrıca, kafalarında daha pek çok soru vardı.. Bedrettin Bey, Ethem Savaş isminde bir robotu neden üretmişti? Oytun'un, Serhat'ın o evde ne işleri vardı? En önemlisi ise bir robot nasıl dekan olmuştu? Hepsinin cevabı ve daha fazlası, bir sonraki bölümümüzde... Bekleyin!


19 Kasım 2011 Cumartesi

Şebnem Şibumi

Hoş buldum. Hoş geldin, diyen oldu mu bilemedim ama yine de hoş buldum. Çohhoş..

Öncelikle kendimi tanıtayım. Bendeniz: Emekli polis Şerif Şibumi’nin kızı Şebnem Şibumi. Tarih öğretmeniyim. 

Müntekim Gıcırbey (nuh tufan’ın deyişiyle nafile filinta) bana bir mektubunda aşkını şöyle dile getirmiştir.
"Şebnem, çizgi film kuzusu,
Tütsülenmiş bir bahçede saklambaç oynuyor gibiyiz.

Sensiz bütün tabancalar, fincanlar, odalar boş; sokakların hepsi ıssız, hiçbir gezegende bana hayat yok.
Şebnem, her şeyde senden bir anı aksediyor, senin masumiyet kanıtı parmak izlerinle dolu sanki dünya.
Gelgelelim masumiyet, yaşam belirtilerinin azlığı demektir Şebnem.
Bu gidişle yokluğunun gürültüsünden sağır olacağım.
Eline sihirbaz değneği geçmiş kör gibi.
Arabalar etrafımda keskin frenler yaparak duruyorlar. Beynime sıcak asfalt dökülmüş gibi, hasretin katranı kafatasımdan gövdeme damlıyor.
Şebnem seninleyken içimi padişah gururu kaplıyordu.
Gözlerine bakınca, kanımda gıcır gıcır hançerler, kılıçlar yüzüyordu.
Senin kadife geometrin başımı döndürüyordu.
Bir yandan da karşında kendimi mağaranın girişindeki kütük gibi hissediyordum.
Şimdi uzaya fırlatılan mekikte kilitli kalmış sinekten beterim.
Şebnem, İstanbul, Türkiye, dünya, galaksi, uzay senin olduğun yerde başlıyordu; neredesin?
Sensiz, yolunu kaybetmiş görünmez adam gibiyim.
Aptallığın otobanından dehanın patikasına mı varacağım? İnşallah o yol, iki kişinin yan yana yürüyebileceği kadar geniştir.
Kafamın içinde kocaman bir ağaç ve küçücük bir maymun var. Daldan dala zıplıyor, onu evcilleştiremiyorum.
Bütün şarkılarda senden bahsediliyormuş, onu fark ettim.
Ezelden beri o nazlanan senmişsin.
Saray çatılarında senin için düello yapılmış…
Her insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanmaz ya, yanındakine “benim gördüğümü sen de görüyor musun?” diye sorar.
Bende seninleyken gözlerime inanamıyordum. Kulaklarıma inanamıyordum. Vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
Kimseye soramıyordum da “benim gördüğümü sende görüyor musun?” diye…
Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde
Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.
Artık, su olsam sana doğru akarım, uçak olsam sana doğru uçarım, erik olsam sana doğru yuvarlanırım…
Bizi ancak aynı banyoda yıkanmak paklar Şebnem.
Yüreğin derinliklerinden yükselen sesler, kulakta sapıkça bir şey gibi tınlıyor farkındayım.
Öpüyorum gözkapaklarını, dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını."


Fakat benim gönlüm bambaşka birindedir. Dahası ''Korkma Ben Varım''dadır.

"Uyandım"la Bitmeyen Bir Hikaye - 2

       part 2:   malum eve gidiş ve bedeni saran tuhaf korkular

(hikayenin geçmiş ilk bölümü özeti burada)

Çardağa doğru koşar adım geldim. Arif Alamaz ve Gökhan Yıldırır bana gözleriyle “nerde kaldın lan?” dediler, ben de kaşlarımla “çok ilginç şeyler oldu” dedim. Arif’in bıyıklarıyla “hayırdır inşallah..” dediğini duyar gibi olunca konuya girdim: “oğlum akşam eko’ya gidiyoruz, eve çağırdı!” . Gökhan, “abi adamın adı ethem, niye eko diyoruz?” dedi. “doğru  lan, ama neyse biz eko demeye devam edelim.” Dedim. “tamam” dediler.


Sonra tekrar konuya döndük. Arif’i de Gökhan’ı da bu konuda ikna etmek hiç kolay olmadı. Ethem Savaş’ın bizi evine çağırmasını, bazı çakal arkadaşların tahmin edebileceği bir espriye dönüştürdüler. Yaklaşık 15 dakikalık bi uğraşıdan sonra onları en hassas noktalarından vurmayı akıl edebildim. “En azından yemekleri beleşe getiririz.” diyince, akan sular durdu. “Saat 7 gibi bize gelirsiniz” demişti ex-dekanımız. Bu da yaklaşık 3 saatlik bir boş zamanımızın olduğu anlamına geliyordu.

Biraz daha oyalandıktan sonra, “Eve boş gidilmez şimdi.” düsturuyla bir kilo ucuz baklava alıp dayandık malikanenin kapısına. Ev, bir apartmanın en üst katındaki dubleks bir daireydi. Zile basıp beklemeye koyulduk…


Kapıyı açan Serhat Demirbaş’tı. Sağına soluna cips kırıntıları bulaşmış çizgili pijamaları ve de uykulu gözleriyle “en az 3 gündür buradayım ben eheh” imajını çok güzel bize yansıtıyordu. Adam kayıplara karıştı, telefonlarımıza çıkmıyo, emlakta işler kötü olunca darlandı eve mi kapandı acaba, başına bişey gelmiş olmasın sakın, gibi endişelerimiz galiba cevaba ulaşmıştı. Bi süre susup bakıştık. Sonra Serhat yavaş yavaş sırıtmaya, sonra da bi anda kapıyı bırakıp kahkaha atarak içeri kaçmaya başladı arsız gibi. Biz olayın şokunu atlatmaya çalışırken içerden gelen “kimmiş ağbi?” sesi sakın Oytun Türk’ün sesi olmasındı? Ya da dur lan, olsundu. Olmuşken bu da olsundu. Bakalım bu hikaye nereye gidiyordu…

Kapı açık, içeride garip olaylar, biz kapının önünde, kafamızda bin bir soru işareti… Derken bornozlu bir Ethem Savaş belirdi.

“aa çocuklar geldiniz mi? Kapıda kalmayın, girin içeri..”

Girdik. Bizi salona aldı. Ethem hoca karşımıza oturdu, bir yandan “nasılsınız?”, “evi kolay buldunuz mu?” türü klişe sorularla bizimle ilgileniyor, diğer yandan da ara sıra vücudunu bornozuyla kuruluyordu. Ilık duştan arta kalan su damlacıkları nasıl da süzülüyordu çorak tepe noktasından, verimli olan bıyık bölgesine doğru… “hocam bi tarafınız açılacak maazallah, isterseniz gidin şu işi banyoda ya da ne bileyim yatak odanızda falan yapın gelin de rahat rahat konuşuruz. Acelesi yok yani buradayız biz.” Demek istedim ama “isterseniz rahat rahat giyinip gelin hocam biz şeapmış olmayalım sizi, sonra şaaparız..” sözcükleri döküldü ağzımdan. “yok böyle iyiyim.” Der diye çekindim, demedi. Efendi gibi gitti giyinmeye.


Bu sırada ben de salondaki büyükçe cama doğru yöneldim. Yaklaştığımda perdenin altındaki bir çift ayağı görmemle bir kez daha sarsıldım. Gittim, açtım perdeyi. Ayaklar Necmi Şimşek’inmiş. Biraz bakıştıktan sonra “hocam, ne güzel bir sürpriz bu böyle eheh..” dedim. “oo misbahcım sen mi geldin, gel öpeyim. Hoş geldiniz çocuklar..” deyip sarıldı hiçbir şey olmamışçasına. Geçti oturdu karşımıza. “ee ne var ne yok.. kep attınız mı mep attınız mı” dedi. “Önemli olan kep atmak değil, atılan kepi yakalayabilmektir.” Şeklinde ciddi gibi bir cümle kurdu. Az önce perdenin arkasında olan, sırf ben açtığım için saklandığı kuytu köşesinden çıkan bir adamla nasıl ciddi konular konuşabilirim ki? Kafa salladım.



Ethem Savaş geldi. Bu sefer Allah’a binlerce kez şükürler olsun ki giyinikti. “su çok güzel, siz de girin.” Dedi. “Yok hocam teşekkür ederiz.” Dedik. 

 - bölüm 2 sonu -

bakalım kahramanlarımız misbah suphi, arif alamaz ve gökhan yıldırır, eski dekanları ethem bey'in evindeki sır perdesini çözebilecek mi? yeni bölümü bekleyin...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

NOT DEFTERİ



"iftara doğru okununca ezan/eyüp sultan ve aşiyan/ah burda olsan çok güzel hala/istanbulda ramazan..." --vedat özdemiroğlu--

-şu sıcak yaz günlerinde orucun sadece yoksulların aç olma halini değil aç olan insanın ne kadar kızgın veya öfkeli olabileceğini anlamamız için de verildiğini düşünmeye başladım.

-ramazan benim için biraz da ramazan pidesidir.o sıcacık,susamlı,lezzetli,lokum gibi iftarlık muhteşem pidelerdir.ramazan pidesinin hayatı güzelleştirdiğine inanırdım küçükken.hoş şimdide çok farklı düşünmüyorum.iyisi mi sayın okuyucu,siz de bu ramazanda pide alırken tekrar bir düşünün sıcak susamları ve hayata kattıklarını...

-tüm çağdaşlara sesleniyorum.lüfen ramazan davulcularını serbest bırakın!...

-ramazanla ilgili çok iyi bir fıkra dinledim.belki biliyorsunuzdur.ama yine de bilmeyenler için gelsin."trabzon'da yazın sıcağında oruç tutulurken,otogarda turistin birini elindeki buz gibi suyu lıkır lıkır içerken gören bizim temel adamın yanına yaklaşıp şöyle der 'ula hemşerum dininun kıymetinu bil kıymetinu'".

-ramazanda iftarı beklerken sonunda okunan ezanın fiyakası diğer ezanların sanki biraz önünde.ezan demişken hep duyarız işte 'adam ezanın sesinden etkilenmiş müslüman olmuş.'diye.burdan aklıma geldi.acaba çanın sesinden etkilenip hristiyan olan yada ineğin sesinden etkilenip budist olan var mıdır?

-"mevlana davet ediyor,mevlana ve şems iftara mevlena'nın evine gidiyorlar.eve gittiklerinde kızlarının hazırladığı iftar sofrasını gören mevlana 'soframızda firavun sofrasına dönmüş.' diyerek onlara çatıyor.sofradaki yemek çeşidi ise sadece iki." ramazan şatafatlı eğlencelerin veya şatafatlı sofraların gölgesinde bir imgeye dönüşmeye başladı.lütfen sevgili okuyucu uyanık olun.bu ay sadece bilmem kaç saat aç kalarak yoksulların anlanabileceği bir ay değil.en azından sofralarımızı yoksulların sofrasına taşımadıkça tam olarak anlamını idrak edebileceğimiz bir ay değil.

-ramazan davulcularını çifte telli çalmadı diye bıçakla kovalayan güzel ülkemin,'coca cola'lı iftarlarının hayırlı uğurlu olması dileğiyle...

selam ve dua ile..

nokta.