Can dostum Omar sonunda okulu bitirmiş, İstanbul’a
yerleşmişti. Benimse okulum devam ediyor, kardeşimle daha sık görüşmenin
heyecanını en derinde hissediyordum.
Okulumun açılmasına 1-2 hafta zaman vardı. Bu süreyi
olabildiğince Omar’la vakit geçirerek, kardeşimle muhabbet edip gülüşerek
geçirmeye özen gösterdim. Gel zaman git zaman okulum başlamış, Omar’la görüşme
sıklığımız ise “haftada 1 veya daha az”a indirgenmişti. O görüşmelerimizde de
Omar kendisine az zaman ayırdığımı bana hissettiriyordu. Yerine göre “geçen gün
yine evde tek başıma oturuyorum, sıkıntıdan patlamışım…”la başlayan cümleler,
yerine göre ise “kardeşim hafta içi seni arayacaktım ama okuldasındır, işin
gücün vardır diye aramadım.”lar, “sizin oralardaydım ama arkadaşlarınla
ortamını bozmak istemedim.”ler gırla gidiyordu. Bu ifadeler beni üzüyor, acıyan
gözlerle kendisine bakmak ise insanlığımdan utandırıyordu.
Genelde Omar’la geçirdiğimiz buluşmalarımızda gelen telefon
aramalarımı ilgiyle takip eder, sanki arkadaşlarımı tanıyormuşçasına “Arif mi?
Gökhan mı?” diye sorar, onlara selam göndermeyi eksik etmez, ben telefondaki
arkadaşımla şakalaşıp güldükçe Omar da karşımda gülmekten katılır, alttan
alttan “ben de sizin ortamdanım” mesajını çok güzel yerleştirmeyi başarırdı. Normalde
yabancı insanlara karşı soğuk olan Omar’ın okul arkadaşlarımla uyum
sağlayabileceği fikri kafamda yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Böylece ne o
yalnızlıktan sıkılacaktı ne de ben onu ihmal ettiğim için üzülecektim.
Bu düşünceler ışığında bir gün Omar’a ertesi gün için benimle
okula gelmesi teklifinde bulundum. O an pek umursamayıp, “bilmem ki abi ya”
gibi cevaplar veren Omar’ı belki ikna edebileceğimi düşünerek ayrıldık. Eve
gidip twitter’a girdiğimde gördüğüm manzara beni son derece şaşırtan cinstendi.
Omar’ın dostluk ve kardeşliğin önemine dair twitleri, bu zamanda gerçek dostun
çok az bulunduğu konusundaki tespitleri, ertesi gün yeni insanlar tanıyacağı
zaman heyecandan uyuyamadığı ve bugünün o günlerden biri olduğu konusundaki
twitleri gözüme çarpıyordu. Sabah ola hayrola dedim, uyudum...
Ani bir sesle irkildim. Telefonumun alarmı çalıyor
zannederek telefona yöneldiğimde Omar’ın aradığını gördüm. Saat henüz 06:48’i
gösteriyordu. Başına bişey gelmiş olmasın sakın diyerek telefonu açtığımda bana
kapının önünde hazır olduğunu, Arif’in bekletilmeyi hiç sevmediğini ve bir an
önce hazırlanıp insem iyi edeceğimi söyledi. Kalkıp camdan baktığımda takım
elbisesiyle bana el salladığını gördüm. Alarmımdan önce beni araması, hatta iş
görüşmesi ciddiyetinde hazırlanıp evimin önüne kadar gelmesi gerçekten
korkutucuydu.
Omar’la birlikte okuluma geldik. Çardağa doğru ilerlerken
Omar benden 5 TL borç istedi, “çay çorba içerim sen dersteyken, üstümde bozuk
yok” dedi. 5 TL gibi ufak meblağların lafı bile olmayacağını söyleyerek dostuma
uzattım. Çardağa geldik, bizimkiler oradaydı. Kısa süreli bir tanıştırma
faslından sonra oturduk, muhabbet etmeye başladık. Omar pek konuşmuyor, espri
yapıldıkça hafif ve ürkek tebessümler ediyordu. Arada bana dönerek kısık sesle
şakalar yapıyor, yalnız ben duyduğumdan gülüp tekrar ortaya konuşmaya
başlıyordum. Derken, girmek zorunda olduğum dersimin saati gelmişti. Omar’ı
bırakıp gitmek hiç içime sinmiyordu, ben yokken çok sıkılacaktı. Ama mecburen
derse çıktım.
Ders başlayalı 15 dakika olmamıştı ki, çardaktan gülüşme
sesleri sınıfa kadar gelmeye başladı. Omar hararetli bir şekilde bir şeyler
anlatıyordu. Konuşmasını tam anlamıyor, yalnızca içinde “misbah” geçen
kısımları kavrayabiliyordum.
Nihayet ders bitmişti. Kafamdaki soru işaretleri eşliğinde
çardağa indim. Gördüğüm manzarayla beynimden vurulmuşa döndüm. Omar’ın kolu
Arif’in omzundaydı. Gökhan’a dönerek “ver bakalım bi parlak Ahmet” dedi ve parliament
pakedini işaret edip ağzını açtı. Bunu bir emir telakki eden Gökhan çevik bir
hareketle sigarayı alıp Omar’ın ağzına koydu ve yaktı. Omar’ın, ortamıma kolay
adapte olduğunu görmek beni sevindirmişti.
Muhabbet iyiydi, masaya geldiğimi kimse fark etmedi. Omar
anlattıkça Arif coşuyor, Seda katıldıkça Ceren kopuyordu. Gülümseyerek “çay
içer miyiz?” dedim ama o sırada dikkatlerin, benle aynı anda söze girerek başka
bir hikaye anlatmaya başlayan Omar’ın üzerinde olması sebebiyle kimse bana
cevap vermedi. Tekrarladım, ama bu sefer de Omar’ın kısa hikayesi yine kurnaz
bir espriyle bittiğinden tüm masa kahkaha atıyordu. Omar bana bakıp çaktırmadan
kaş-göz işaretleriyle “yok, istemem” diyip gülmeye ve güldürmeye devam etti.
İçerden çayımı alıp iskemle çektim ve masaya oturdum.
Oturmamla birlikte Omar, “Al işte yeaa kendine Müslüman.” Diye bir çıkış yaptı
ve anında masadakilerden destek gördü. Bir anda masada soğuk rüzgârlar esti. Bu,
Omar’a yetmemiş olacak ki “paraysa para abi, al!” diyip gömleğimin cebine 5
lira sokuşturdu. Ortamın gerginliği daha da artmasın diyerek kalkıp çay servisi
yaptım.
Dağılma vakti geldiğinde vedalaşırken kızların Omar’a “hadi
canım yarın görüşürüz”, “geç kalma sakın bekletme bizi” türü cümleler kurmaları
dikkatimden kaçmadı. Sanırım ben lavaboya gittiğim esnada konuşulmuş, yarına
bir buluşma ayarlamışlardı. O sırada konusunu açmadım çünkü “Omar arabada bana
söyler nasıl olsa.” diye düşündüm.
Dönüş yolunda Omar hiç konuşmadı. Yüzünde pis bir gülümseme
vardı, sürekli bişeyler düşünüyor gibiydi. Evine gitmek için metroya bineceği
istasyona gelmemize rağmen hâlâ yarınki organizasyondan bahsetmediği için
“evine bırakayım seni.” dedim. Tereddütsüz kabul etti. Belki söyler umuduyla
yolu uzatıp ara sokaklardan da gitsem, evine geldiğimizde yine de bana yarınki
programdan bahsetmedi.
Akşam Furkan’ı arayarak yarınki organizasyonun detaylarını öğrendim.
Ertesi gün buluşma yeri olan Bebek Starbucks’a gittim.
Mekana girip oturdukları masaya yöneldim. Kendisiyle birlikte bütün masayı
kahkahaya boğan Omar’ın yüzü beni görünce bi anda değişti. “Aa Misbah, sana
söylemeyi unuttum lan dün. Kimden öğrendin?” dedi. “Furkan söyledi.” Dedim. O
anda Omar, Furkan’la göz göze geldi ve Furkan kafasını önüne eğdi. Omar
telefonunu eline alarak hızlıca bişeyler yazıp aleti masaya savurdu. Furkan’ın
telefonundan ses geldi ve bu sefer Furkan telefonunu eline aldı. Usulca
telefonunu yere bıraktı, titrek bir sesle “ben bi lavaboya gideyim” dedi. Geri
döndüğünde gözleri ve yüzü kızarmış, serinlemek için yüzünü yıkadığından suratı
ıslaktı. Tekrar Omar’la göz göze geldiler ve Omar, misafirlikte yaramazlık
yapan çocuğuna “eve gidince görüşücez seninle.” İşareti yapan anne edasıyla
başını salladı. O gün Furkan için zehir olmuştu. Bir iki saat sessizce
oturduktan sonra “ben artık kalkayım” dedi. Masadakiler hep bir ağızdan “aa
nereye? daha erken, otursana oğlum” demeye başladık ama Omar, “işi vardır abi
bırakın çocuğu.” dedikten sonra ben hariç herkes sustu ve Furkan yine sesi
titreyerek “evet abi işim var” deyip mekanı hızlı adımlarla terk etti. İşte o
an anladım ki; Omar, sevgi ve korkunun mükemmel bir karışımıyla bizimkilerin
üzerinde güçlü bir otorite sahibi olmuştu. Kâh yüzde sıcak bir tebessüm bırakan
anılarıyla, kâh günlük hayata dair zekâ kokan müthiş tespitleriyle, gerekse tüm
masayı yerlere yatıran esprileriyle grubun olmazsa olmazı haline gelmeyi ustaca
başarmıştı. Ama bana en çok dokunan ise dün olduğu gibi bugün de zaman zaman
benim üzerimden prim yapmasıydı.
Gel zaman git zaman, durum içler acısı bir hal aldı … Artık
gün geçmiyordu ki okulda herhangi alakasız bir insandan “bir gün altıma ettiğim”,
“bir yerde sümüğümün aktığı” yeni bir hikaye duymayayım. Hatta lisede Omar’ın
başına gelen tüm komik olayların benim başıma gelmiş şekliyle çardağa yayılması
da cabasıydı. Bir keresinde de lisedeki Recep isimli arkadaşın başından geçen
olayın ana karakterinin ben olduğum versiyonunu dinledim. Tüm bunları umursamamaya
çalışsam da içten içe alınıyordum. Bikaç defa “yok abi o olay öyle değil yaa,
dur anlatayım” demeye yeltendiysem de, “adam yalan mı söylüyo abi, ayıp ediyorsun”
diyerek yanımdan ayrılmışlardı. Yine suçlu ben olmuştum.
Omar’ın arkadaşlarım üzerindeki etkisinin benim açımdan
rahatsız edici boyutlara gelmesi çok kısa sürdü. Artık arkadaşlarla yapılacak
organizasyonların neredeyse tümünü Omar ayarlıyor, katılacak kişilerin
listesini o belirliyordu. Okuldayken ve dışarıdaki buluşmalarımızda beni
sürekli eziyor; ben konuşurken aynı anda lafa giriyor ve dikkatleri üzerine
çekiyor, beni konuşturtmuyordu. Baş başa olduğumuzda ise “Misbah arada
takılıyorum kızmıyorsun değil mi”, “Sen benim kardeşimsin bak, samimiyetimden
yapıyorum kızıyosan küseceksen yapmıyim oğlum bir daha.” türü laflarla olayları
örtbas ediyordu.
Kızların da olduğu buluşmaların tümünde hesabı kendisinden
başka kimsenin ödemesine asla müsaade etmez, erkek erkeğe olduğumuz
buluşmalarda ise tutarı ya bize kitler, ya da payına düşen meblağı öderdi. Bu
durum sanırım benden başka kimsenin dikkatini çekmiyordu.
Halı saha maçları ayarlıyor, kadroları ayarlarken türlü
hinliklerle -benim çok net görebildiğim bir şekilde- bi kadroyu mutlak galip
ilan ediyor ve beni de şanssız takıma yazıyordu. Yaklaşık 8-10 maç yaptık,
kadrolar her maç değişti. Herkesin bulunduğu takım en az iki-üç galibiyet
almasına rağmen benim olduğum taraf hep güçsüzlerin takımı olduğu için
galibiyet yüzü göremeyen tek oyuncu bendim. Soyunma odasında “misbah niye senin
olduğun takım hep yeniliyo laan” gibisinden laflar etmeye başlamasıyla,
çardakta “ben misbah’la aynı takımda oynamam” seslerinin kulağıma gelmesi bir
oldu. Ondan sonra bir müddet maçlara çağrılmadım. Arada “abi adam eksik, gelir
misin?”, “kardeş kaleci olur musun?” gibi mesajlar geliyordu…
Yaklaşık 2-3 ay gibi bi sürede Omar Bongo, arkadaşlarım
üzerinde mutlak egemenliğini kurmuş ve beni saf dışı bırakmıştı. Artık
buluşmalara çağrılmıyor, çardağa girdiğimde yüzüme bakılmıyordu. Omar okula
geldikçe ise kral gibi karşılanıyor, çayı sigarası eksik edilmiyordu.
Sonra Omar Bongo’nun bizim okulda akademisyen olduğu
haberini aldım. Derslerime girmeye başladı. Yalnızca bir arkadaş olarak değil,
hoca olarak da çok sevildi. Derslerinde en ufak çıt çıkmaz, tüm sınıf dikkatle
kendisini dinlerdi. Arada sorularıyla sınıfı yoklar, kolay soruları kızlara
sorup sözlü notlarından 100 verir, beni kaldırıp zor soruyu döşerdi. Başkaları
soru bilemediği zamanlar bir başka soru daha sorar, muhakkak bir soruyu
cevaplayabilene kadar giderken ben bilemediğimde tüm sınıf önünde azarı yerdim.
“Oğlum hiç mi basmıyo ya kafan” , “Ailenin senden başka bi beklentisi yok, tek
beklentileri derslerini çalışman, okuyup adam olman, onu bile yapmıyorsun.” gibi
cümlelerle yerin dibine geçirirdi. Birisi üzerinden espri yapılacak, biri rezil
edilip tüm sınıf güldürülecekse o kişi mutlak suretle bendim. Herkese ismiyle
hitap eder, bana sesleneceği zaman ismimi bilmiyormuşçasına “hoop, hişt,
gözlüklünün yanındaki mavi kazaklı” derdi. Yanımdaki arkadaşımla konuştuğum
iddiasıyla beni oturduğum yerden kaldırıp en arkaya atar, bazen hızını alamayıp
sınıftan da kovardı. “böyle konuşacaksan gelme dersime, söz seni yok
yazmıycam.” demişti bir defasında. O dönem 2 dersime giriyordu, ikisinden de
geçemeyen tek kişi ben oldum. “Babanı çağır konuşucam.” dedi. Benden sonra en
düşük not CC idi. İkinci dönem de bir dersime geldi. Ondan da kaldım. Zamanla
“yalnız, pısırık ve kafası çalışmayan adam” olmuştum. Bizzat kadim dostum Omar
Bongo’nun eseriydi bu.
Aradan zaman geçti, 1 sene içinde hiç arkadaşım kalmadı.
Ortaokuldan arkadaşım Veysel’le ara sıra hal hatır sormak, belki iki üç ayda
bir buluşup çay içmek dışında sosyal aktivitem kalmamıştı. Uzun bir süre bu
şekilde gitti. Yalnızlığı tüm hücrelerimle hissediyordum. Sonra Veysel’le görüşme
sıklığını arttırıp, birbirimize “kardeşim” diye hitap etmeye başladık. Bir gün bana
“Yarın benle okula gelir misin?” dedi. “Bilmem ki abi yaa…” dedim.
Omar Bongo & Misbah Suphi ortak yazısıdır.