30 Ekim 2012 Salı

Yalnız Adam


Can dostum Omar sonunda okulu bitirmiş, İstanbul’a yerleşmişti. Benimse okulum devam ediyor, kardeşimle daha sık görüşmenin heyecanını en derinde hissediyordum.

Okulumun açılmasına 1-2 hafta zaman vardı. Bu süreyi olabildiğince Omar’la vakit geçirerek, kardeşimle muhabbet edip gülüşerek geçirmeye özen gösterdim. Gel zaman git zaman okulum başlamış, Omar’la görüşme sıklığımız ise “haftada 1 veya daha az”a indirgenmişti. O görüşmelerimizde de Omar kendisine az zaman ayırdığımı bana hissettiriyordu. Yerine göre “geçen gün yine evde tek başıma oturuyorum, sıkıntıdan patlamışım…”la başlayan cümleler, yerine göre ise “kardeşim hafta içi seni arayacaktım ama okuldasındır, işin gücün vardır diye aramadım.”lar, “sizin oralardaydım ama arkadaşlarınla ortamını bozmak istemedim.”ler gırla gidiyordu. Bu ifadeler beni üzüyor, acıyan gözlerle kendisine bakmak ise insanlığımdan utandırıyordu.

Genelde Omar’la geçirdiğimiz buluşmalarımızda gelen telefon aramalarımı ilgiyle takip eder, sanki arkadaşlarımı tanıyormuşçasına “Arif mi? Gökhan mı?” diye sorar, onlara selam göndermeyi eksik etmez, ben telefondaki arkadaşımla şakalaşıp güldükçe Omar da karşımda gülmekten katılır, alttan alttan “ben de sizin ortamdanım” mesajını çok güzel yerleştirmeyi başarırdı. Normalde yabancı insanlara karşı soğuk olan Omar’ın okul arkadaşlarımla uyum sağlayabileceği fikri kafamda yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Böylece ne o yalnızlıktan sıkılacaktı ne de ben onu ihmal ettiğim için üzülecektim.

Bu düşünceler ışığında bir gün Omar’a ertesi gün için benimle okula gelmesi teklifinde bulundum. O an pek umursamayıp, “bilmem ki abi ya” gibi cevaplar veren Omar’ı belki ikna edebileceğimi düşünerek ayrıldık. Eve gidip twitter’a girdiğimde gördüğüm manzara beni son derece şaşırtan cinstendi. Omar’ın dostluk ve kardeşliğin önemine dair twitleri, bu zamanda gerçek dostun çok az bulunduğu konusundaki tespitleri, ertesi gün yeni insanlar tanıyacağı zaman heyecandan uyuyamadığı ve bugünün o günlerden biri olduğu konusundaki twitleri gözüme çarpıyordu. Sabah ola hayrola dedim, uyudum...

Ani bir sesle irkildim. Telefonumun alarmı çalıyor zannederek telefona yöneldiğimde Omar’ın aradığını gördüm. Saat henüz 06:48’i gösteriyordu. Başına bişey gelmiş olmasın sakın diyerek telefonu açtığımda bana kapının önünde hazır olduğunu, Arif’in bekletilmeyi hiç sevmediğini ve bir an önce hazırlanıp insem iyi edeceğimi söyledi. Kalkıp camdan baktığımda takım elbisesiyle bana el salladığını gördüm. Alarmımdan önce beni araması, hatta iş görüşmesi ciddiyetinde hazırlanıp evimin önüne kadar gelmesi gerçekten korkutucuydu.

Omar’la birlikte okuluma geldik. Çardağa doğru ilerlerken Omar benden 5 TL borç istedi, “çay çorba içerim sen dersteyken, üstümde bozuk yok” dedi. 5 TL gibi ufak meblağların lafı bile olmayacağını söyleyerek dostuma uzattım. Çardağa geldik, bizimkiler oradaydı. Kısa süreli bir tanıştırma faslından sonra oturduk, muhabbet etmeye başladık. Omar pek konuşmuyor, espri yapıldıkça hafif ve ürkek tebessümler ediyordu. Arada bana dönerek kısık sesle şakalar yapıyor, yalnız ben duyduğumdan gülüp tekrar ortaya konuşmaya başlıyordum. Derken, girmek zorunda olduğum dersimin saati gelmişti. Omar’ı bırakıp gitmek hiç içime sinmiyordu, ben yokken çok sıkılacaktı. Ama mecburen derse çıktım.

Ders başlayalı 15 dakika olmamıştı ki, çardaktan gülüşme sesleri sınıfa kadar gelmeye başladı. Omar hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyordu. Konuşmasını tam anlamıyor, yalnızca içinde “misbah” geçen kısımları kavrayabiliyordum.

Nihayet ders bitmişti. Kafamdaki soru işaretleri eşliğinde çardağa indim. Gördüğüm manzarayla beynimden vurulmuşa döndüm. Omar’ın kolu Arif’in omzundaydı. Gökhan’a dönerek “ver bakalım bi parlak Ahmet” dedi ve parliament pakedini işaret edip ağzını açtı. Bunu bir emir telakki eden Gökhan çevik bir hareketle sigarayı alıp Omar’ın ağzına koydu ve yaktı. Omar’ın, ortamıma kolay adapte olduğunu görmek beni sevindirmişti.

Muhabbet iyiydi, masaya geldiğimi kimse fark etmedi. Omar anlattıkça Arif coşuyor, Seda katıldıkça Ceren kopuyordu. Gülümseyerek “çay içer miyiz?” dedim ama o sırada dikkatlerin, benle aynı anda söze girerek başka bir hikaye anlatmaya başlayan Omar’ın üzerinde olması sebebiyle kimse bana cevap vermedi. Tekrarladım, ama bu sefer de Omar’ın kısa hikayesi yine kurnaz bir espriyle bittiğinden tüm masa kahkaha atıyordu. Omar bana bakıp çaktırmadan kaş-göz işaretleriyle “yok, istemem” diyip gülmeye ve güldürmeye devam etti.

İçerden çayımı alıp iskemle çektim ve masaya oturdum. Oturmamla birlikte Omar, “Al işte yeaa kendine Müslüman.” Diye bir çıkış yaptı ve anında masadakilerden destek gördü. Bir anda masada soğuk rüzgârlar esti. Bu, Omar’a yetmemiş olacak ki “paraysa para abi, al!” diyip gömleğimin cebine 5 lira sokuşturdu. Ortamın gerginliği daha da artmasın diyerek kalkıp çay servisi yaptım.

Dağılma vakti geldiğinde vedalaşırken kızların Omar’a “hadi canım yarın görüşürüz”, “geç kalma sakın bekletme bizi” türü cümleler kurmaları dikkatimden kaçmadı. Sanırım ben lavaboya gittiğim esnada konuşulmuş, yarına bir buluşma ayarlamışlardı. O sırada konusunu açmadım çünkü “Omar arabada bana söyler nasıl olsa.” diye düşündüm.

Dönüş yolunda Omar hiç konuşmadı. Yüzünde pis bir gülümseme vardı, sürekli bişeyler düşünüyor gibiydi. Evine gitmek için metroya bineceği istasyona gelmemize rağmen hâlâ yarınki organizasyondan bahsetmediği için “evine bırakayım seni.” dedim. Tereddütsüz kabul etti. Belki söyler umuduyla yolu uzatıp ara sokaklardan da gitsem, evine geldiğimizde yine de bana yarınki programdan bahsetmedi.

Akşam Furkan’ı arayarak yarınki organizasyonun detaylarını öğrendim.

Ertesi gün buluşma yeri olan Bebek Starbucks’a gittim. Mekana girip oturdukları masaya yöneldim. Kendisiyle birlikte bütün masayı kahkahaya boğan Omar’ın yüzü beni görünce bi anda değişti. “Aa Misbah, sana söylemeyi unuttum lan dün. Kimden öğrendin?” dedi. “Furkan söyledi.” Dedim. O anda Omar, Furkan’la göz göze geldi ve Furkan kafasını önüne eğdi. Omar telefonunu eline alarak hızlıca bişeyler yazıp aleti masaya savurdu. Furkan’ın telefonundan ses geldi ve bu sefer Furkan telefonunu eline aldı. Usulca telefonunu yere bıraktı, titrek bir sesle “ben bi lavaboya gideyim” dedi. Geri döndüğünde gözleri ve yüzü kızarmış, serinlemek için yüzünü yıkadığından suratı ıslaktı. Tekrar Omar’la göz göze geldiler ve Omar, misafirlikte yaramazlık yapan çocuğuna “eve gidince görüşücez seninle.” İşareti yapan anne edasıyla başını salladı. O gün Furkan için zehir olmuştu. Bir iki saat sessizce oturduktan sonra “ben artık kalkayım” dedi. Masadakiler hep bir ağızdan “aa nereye? daha erken, otursana oğlum” demeye başladık ama Omar, “işi vardır abi bırakın çocuğu.” dedikten sonra ben hariç herkes sustu ve Furkan yine sesi titreyerek “evet abi işim var” deyip mekanı hızlı adımlarla terk etti. İşte o an anladım ki; Omar, sevgi ve korkunun mükemmel bir karışımıyla bizimkilerin üzerinde güçlü bir otorite sahibi olmuştu. Kâh yüzde sıcak bir tebessüm bırakan anılarıyla, kâh günlük hayata dair zekâ kokan müthiş tespitleriyle, gerekse tüm masayı yerlere yatıran esprileriyle grubun olmazsa olmazı haline gelmeyi ustaca başarmıştı. Ama bana en çok dokunan ise dün olduğu gibi bugün de zaman zaman benim üzerimden prim yapmasıydı.
Gel zaman git zaman, durum içler acısı bir hal aldı … Artık gün geçmiyordu ki okulda herhangi alakasız bir insandan “bir gün altıma ettiğim”, “bir yerde sümüğümün aktığı” yeni bir hikaye duymayayım. Hatta lisede Omar’ın başına gelen tüm komik olayların benim başıma gelmiş şekliyle çardağa yayılması da cabasıydı. Bir keresinde de lisedeki Recep isimli arkadaşın başından geçen olayın ana karakterinin ben olduğum versiyonunu dinledim. Tüm bunları umursamamaya çalışsam da içten içe alınıyordum. Bikaç defa “yok abi o olay öyle değil yaa, dur anlatayım” demeye yeltendiysem de, “adam yalan mı söylüyo abi, ayıp ediyorsun” diyerek yanımdan ayrılmışlardı. Yine suçlu ben olmuştum.

Omar’ın arkadaşlarım üzerindeki etkisinin benim açımdan rahatsız edici boyutlara gelmesi çok kısa sürdü. Artık arkadaşlarla yapılacak organizasyonların neredeyse tümünü Omar ayarlıyor, katılacak kişilerin listesini o belirliyordu. Okuldayken ve dışarıdaki buluşmalarımızda beni sürekli eziyor; ben konuşurken aynı anda lafa giriyor ve dikkatleri üzerine çekiyor, beni konuşturtmuyordu. Baş başa olduğumuzda ise “Misbah arada takılıyorum kızmıyorsun değil mi”, “Sen benim kardeşimsin bak, samimiyetimden yapıyorum kızıyosan küseceksen yapmıyim oğlum bir daha.” türü laflarla olayları örtbas ediyordu.

Kızların da olduğu buluşmaların tümünde hesabı kendisinden başka kimsenin ödemesine asla müsaade etmez, erkek erkeğe olduğumuz buluşmalarda ise tutarı ya bize kitler, ya da payına düşen meblağı öderdi. Bu durum sanırım benden başka kimsenin dikkatini çekmiyordu.

Halı saha maçları ayarlıyor, kadroları ayarlarken türlü hinliklerle -benim çok net görebildiğim bir şekilde- bi kadroyu mutlak galip ilan ediyor ve beni de şanssız takıma yazıyordu. Yaklaşık 8-10 maç yaptık, kadrolar her maç değişti. Herkesin bulunduğu takım en az iki-üç galibiyet almasına rağmen benim olduğum taraf hep güçsüzlerin takımı olduğu için galibiyet yüzü göremeyen tek oyuncu bendim. Soyunma odasında “misbah niye senin olduğun takım hep yeniliyo laan” gibisinden laflar etmeye başlamasıyla, çardakta “ben misbah’la aynı takımda oynamam” seslerinin kulağıma gelmesi bir oldu. Ondan sonra bir müddet maçlara çağrılmadım. Arada “abi adam eksik, gelir misin?”, “kardeş kaleci olur musun?” gibi mesajlar geliyordu…

Yaklaşık 2-3 ay gibi bi sürede Omar Bongo, arkadaşlarım üzerinde mutlak egemenliğini kurmuş ve beni saf dışı bırakmıştı. Artık buluşmalara çağrılmıyor, çardağa girdiğimde yüzüme bakılmıyordu. Omar okula geldikçe ise kral gibi karşılanıyor, çayı sigarası eksik edilmiyordu.

Sonra Omar Bongo’nun bizim okulda akademisyen olduğu haberini aldım. Derslerime girmeye başladı. Yalnızca bir arkadaş olarak değil, hoca olarak da çok sevildi. Derslerinde en ufak çıt çıkmaz, tüm sınıf dikkatle kendisini dinlerdi. Arada sorularıyla sınıfı yoklar, kolay soruları kızlara sorup sözlü notlarından 100 verir, beni kaldırıp zor soruyu döşerdi. Başkaları soru bilemediği zamanlar bir başka soru daha sorar, muhakkak bir soruyu cevaplayabilene kadar giderken ben bilemediğimde tüm sınıf önünde azarı yerdim. “Oğlum hiç mi basmıyo ya kafan” , “Ailenin senden başka bi beklentisi yok, tek beklentileri derslerini çalışman, okuyup adam olman, onu bile yapmıyorsun.” gibi cümlelerle yerin dibine geçirirdi. Birisi üzerinden espri yapılacak, biri rezil edilip tüm sınıf güldürülecekse o kişi mutlak suretle bendim. Herkese ismiyle hitap eder, bana sesleneceği zaman ismimi bilmiyormuşçasına “hoop, hişt, gözlüklünün yanındaki mavi kazaklı” derdi. Yanımdaki arkadaşımla konuştuğum iddiasıyla beni oturduğum yerden kaldırıp en arkaya atar, bazen hızını alamayıp sınıftan da kovardı. “böyle konuşacaksan gelme dersime, söz seni yok yazmıycam.” demişti bir defasında. O dönem 2 dersime giriyordu, ikisinden de geçemeyen tek kişi ben oldum. “Babanı çağır konuşucam.” dedi. Benden sonra en düşük not CC idi. İkinci dönem de bir dersime geldi. Ondan da kaldım. Zamanla “yalnız, pısırık ve kafası çalışmayan adam” olmuştum. Bizzat kadim dostum Omar Bongo’nun eseriydi bu.

Aradan zaman geçti, 1 sene içinde hiç arkadaşım kalmadı. Ortaokuldan arkadaşım Veysel’le ara sıra hal hatır sormak, belki iki üç ayda bir buluşup çay içmek dışında sosyal aktivitem kalmamıştı. Uzun bir süre bu şekilde gitti. Yalnızlığı tüm hücrelerimle hissediyordum. Sonra Veysel’le görüşme sıklığını arttırıp, birbirimize “kardeşim” diye hitap etmeye başladık. Bir gün bana “Yarın benle okula gelir misin?” dedi. “Bilmem ki abi yaa…” dedim.


Omar Bongo & Misbah Suphi ortak yazısıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder